Yüksek Gelirli Bir İşten Ayrılma Hikayesi

Aylık Bülten

Güncel çalışmalarımdan, yayınladığım yazı ve videolardan en hızlı şekilde haberdar olmak için, aylık bültenime üye olun.

    “Zor olduğundan cesaret edemiyor değiliz,
    tersine cesaret edemediğimiz için zordur.” – 
    Seneca

    İşinizi severek mi yapıyorsunuz? Yoksa işten ayrılma ve zevkle yapabileceğiniz başka bir iş bulma hayalleri mi kuruyorsunuz?

    Bu soruların cevabı benim hayatımda bir dönüm noktası oldu. Tabiri caizse, bir dönem kapandı yepyeni bir dönem başladı. Gelin size işten ayrılma hikayemi anlatayım. Eminim ki pek çoğunuz, benimle ortak bir şeyler yakalayıp, “yalnız değilmişim” diyeceksiniz.

    Hadi o zaman meselenin en başından başlayalım. Hafızanızı zorlayıp, hatırlamaya çalışın bakalım;

    Çocukken aileniz size olan sevgisini ve takdirini en çok hangi sözcüklerle dile getiriyordu?

    Benimkiler bana her zaman “akıllı kızım” derlerdi.  Bilinç altıma işleyen bu sözler, düz mantık geliştirmeme sebep oldu. Böylece “akıl gerektiren” mesleklere daha fazla değer vermeye başladım. O zamanlar, mesleklerin “akıl gerektirme” kriterini, üniversite giriş puanına göre ölçüyordum. Ne kadar yüksek puanlı bir yere girersem o kadar iyi bir mesleğim olacak ve bu sayede ailemin takdirini kazanmaya devam edecektim.

    Meslek Seçimi

    Sayısal yönüm güçlü olduğu için mühendisliklere yöneldim. Elektronik Mühendisliği benim için aklın nirvanası gibiydi:) Çalışkan bir öğrenci olduğum için üniversite sınavında başarılı oldum ve hedeflediğim bölüme girdim. Ancak, okula devam ettiğim süre boyunca “evet! severek yapabileceğim iş budur!” duygusu bende hiçbir zaman oluşmadı. Meslek seçimine dair zihnime yerleşmiş paradigmalar o kadar kuvvetliydi ki, okulu yarıda bırakmak benim için tam bir başarısızlık hikayesi olurdu. Ailem ne derdi?, Eş dost akrabalar ne düşünürdü? Kaldı ki, okulu bırakınca ne yapacaktım? Yapmayı arzu edip hayalini kurduğum başka bir meslek de yoktu ki. En azından Elektronik Mühendisliği geçerli bir meslekti ve yüksek gelir vaad ediyordu. “Mantığımın sesini ” dinledim ve okulumu zor da olsa bitirip mezun oldum.

    Ne yazık ki ülkemizde, meslek seçiminde en önemli rolü, üniversite giriş sınavı gibi ilkel teknikler oynuyor. Birkaç saatlik bu sınav, bir anlamda gençlerin kaderini belirliyor. Bunun yanı sıra aileler, çocuklarının meslek tercihlerini, yetenek ve ilgi alanlarına göre değil, gelir potansiyeline göre yönlendiriyor. Dolayısıyla, pek çoğumuz mesleğimizi başkalarının yönlendirmesi ve sınav sonucuna göre yapıyoruz.

    Buna göre 4 grup insan var:

    1. Bilinçli meslek seçimi yapanlar ve doğal olarak mesleğini sevenler.
    2. Bilinçsiz meslek seçimi yaptığı halde, mesleğini severek yapanlar.
    3. Bilinçsiz meslek seçimi yapıp, işini sevmediği halde, başka çaresi olmadığını düşünenler.
    4. Bilinçsiz meslek seçimi yapmasına rağmen, bu duruma razı gelmeyip, severek yapacağı başka bir işin peşinden gidenler.

    Gözlemlediğim kadarıyla 3. gruptakiler çoğunlukta. Belki de ben, çok uzun süre bu grupta kaldığım için, algıda seçici davranarak herkesi kendim gibi zannediyorum:)

    İş Hayatı

    Esasen üniversiteden mezun olduktan sonra, iş bulma sürecim gayet rahat oldu. Önce HP Destek merkezinde işe başladım. 1 yıl sonra ise Telsim’de Planlama Mühendisiydim. 5 yıl burada çalışıp Uzman Mühendis olduktan sonra Turkcell’e geçtim. Burada da 5 yıl çalıştım. Ve nihayet üniversitede öğrenciyken alamadığım kararı bu kez aldım ve Ekim 2010’da yüksek gelirli işimden ayrıldım.

    Elbette ki işten ayrılma sürecim öyle kolay geçmedi. Benimki gibi, hayatınızın çok büyük bir kısmını işiniz kaplıyorsa, böylesi bir kararı vermeniz daha da zorlaşıyor. Ayrıca, ne yapmak istediğiniz konusunda hiçbir fikriniz yoksa, cesaretiniz oldukça kırılıyor. Dolayısıyla “boş hayaller kurmak” yerine, mantıklı olanı seçip, 3. grupta yaşamınıza devam ediyorsunuz.

    İşin, hayatımdaki yoğunluğu, karar vermemi zorlaştırmasına rağmen, bir yandan da konuyu sürekli gündemde tutmamı sağladı. Evli ve çocuklu biri olsaydım, işten eve geldiğimde başka şeylere kanalize olacağım için, bu konu gündemimden düşebilirdi. Ya da belki tam tersine kendimi daha da sıkışmış hissederdim. Diğer yandan finansal korkular, eş desteği sayesinde azalabileceği gibi, çocukların geleceğini düşünerek daha da artabilirdi. Açıkçası gerçekten ne olurdu bilemiyorum. Yaşamadan tahmin etmesi çok güç.

    Çalışma hayatım boyunca sıradan bir günümün özeti şöyleydi; her  sabah isteksizce kalkıyor ve işe gidiyor, akşam ise son derece bitik vaziyette eve geliyor ve canım hiçbir şey yapmak istemiyordu. Evdeki zamanımın çoğunu televizyon seyrederek geçiriyor ve bu sayede kendimden kolaylıkla kaçabiliyordum. Kısacası hayatımdan memnun değildim. Ve “eğer severek yaptığım bir işim olsaydı, hayatım çok daha güzel olurdu” diye hayıflanıyordum.

    Özellikle son yıllarda verdiğim onca emeğin karşılığını umduğum şekilde alamamış olmak bu düşüncelerimi daha da körükledi. İstediğim tek şey, terfi almayı ya da ne kadar kazandığımı umursamadan zevk alarak çalışmaktı.

    Kendinle Yüzleşmek

    O zaman sorulması gereken soru “En çok ne yapmaktan zevk alıyorum?” olmalıydı. Ancak bu sorunun cevabı o kadar da kolay verilemiyor. Zira ne doğal bir yeteneğim, ne de yaptığım iş dışında herhangi bir eğitimim vardı. Bugüne kadar istikrarlı şekilde devam ettiğim bir hobim bile yoktu. Hem zevk alacağım, hem de para kazanacağım başka ne iş yapabilirdim ki?

    Bu arada kişisel gelişim kitapları okuyor ve bazı kurslara katılıyordum. Zihnimde yer alan ve bana hizmet etmeyen düşünce kalıplarının tek tek farkına varmaya başladım. Zayıf ve güçlü yanlarımı kendime samimiyetle itiraf ettim. Hayatımda iyi gitmeyen şeyler için başkalarını suçlamayı bırakıp, hayatımın tüm sorumluluğunu almaya karar verdim. Bu güne kadar yaptığım hatalarla, objektif bir şekilde içtenlikle yüzleştim. Bunu yaparken kendimi suçlayıp yargılamamaya özen gösterdim. Tam tersine, kendime olan kızgınlıklarımı affederek kendimle barıştım. Kendimi olduğum gibi, hatalarımla ve sevaplarımla kabul etmeyi öğrendim.

    Günün sonunda şunu anladım ki, gerçekten ne istediğimi kendime hiç sormamışım. Başkaları tarafından belirlenen kriterlere ya da beklentilere göre seçimler yaptığımın farkına bile varmamışım. Örneğin; üniversiteye giriş öncesinde, meslek seçerken ailemin takdiri ve başkalarının “vay be!” demesi çok önemliydi. Sonrasında, iş hayatı boyunca terfi istememdeki asıl motivasyon, başarılı insan imajımı güçlendirmek ve egomu tatmin etmekti. Halbuki terfi almak, iş tatmini açısından bana en ufak bir fayda sağlamayacaktı.

    Esasen dışarıdan bakıldığında hayatım son derece güzel görünüyordu. Yüksek gelirli iyi bir iş, güzel arkadaşlıklar, iyi aile ilişkileri, sağlıklı bir beden… E daha ne olsun?

    Peki  hayatım bu kadar “güzel” olmasına rağmen neden beni bir türlü tatmin edemiyordu?

    Cevabı son derece basit; çünkü kendi “hayatımın merkezinde” ben yoktum. Hayatım boyunca yaptığım seçimlerime baktığımda, hep başkaları tarafından onaylanma, sevilme ve takdir edilme gibi sebeplere dayandıklarını gördüm. Kendime mükemmel bir Esra elbisesi biçmiştim ve bunun içine sığmaya çalışıyordum. Ama bu elbise, ya bir yandan sıkıyor ya da diğer yandan bol geliyordu. Dışarıdan bakıldığında bu elbisenin üstüme oturmadığı pek belli olmasa da, ben içinde rahat değildim. Zaten önemli olan da benim nasıl hissettiğim değil miydi?

    İşten Ayrılma

    Ve sonunda işten ayrılma fikri yavaş yavaş olgunlaştı. Hayatımın merkezine kendimi koymak ve kendi seçimlerime göre yaşamak istiyorsam, buna hemen başlamam gerektiğini fark ettim. Beklemek bir şeyleri değiştirmiyor aksine karar vermeyi daha da zorlaştırıyordu. Sabahtan akşama kadar seçmediğim bir hayatı yaşayıp, akşam eve gelince hayatımla ilgili yapıcı bir karar almam nasıl mümkün olabilirdi?

    İşten ayrılma konusunda kendimi ikna edebilmem yaklaşık 2 yıl sürdü. Riskleri ortaya koydum, sorulması gereken tüm soruları kendime sordum ve cevapları verdim. Risklerin en başında kendimi nasıl finanse edeceğim geliyordu. Çok şükür ki, alıştığım standartlarda olmasa bile, bana bir süre yetecek kadar birikimim vardı.

    Sonuç olarak kendime bir yıllığına zaman tanımaya karar verdim. Bu bir yıl boyunca kendi içimde derinleşecek, özümle bağ kuracak ve buna göre kendi seçimlerimi yapmayı öğrenecektim. Ancak o şekilde gerçekten ne istediğimi anlayabilir ve bundan sonraki hayatım için doğru bir yol çizebilirdim.

    Kendime tanıdığım bu süre içinde hedeflerime ulaşabilirsem, sonrasını o zaman düşünecektim. Yok eğer kendimi başladığım yerde bulursam, yine endişeye gerek yoktu. Zira kurumsal hayat hiçbir yere kaçmıyordu. Bıraktığım yerden olmasa bile, elbet bir ucundan tutar, “en azından denedim” diyerek, 3.cü gurupta yaşamaya devam ederdim.

    Vermiş olduğum bu kararın doğruluğundan artık o kadar emindim ki, içimde en ufak bir şüphe bile kalmamıştı. Ben ikna olunca, etrafımdaki herkes kolaylıkla ikna oldu ve bana destek verdi. Eğer içimde öyle ya da böyle bir şüphe kalsaydı, emin olun ki dışarıda kendini ifade edebileceği bir dış ses bulurdu.

    KISSADAN HİSSE

    Uzun lafın kısası, doğru yada yanlış karar diye bir şey yok. Sadece kendi kararlarınız ve başkalarının kararları var. Başkalarının kararlarına göre hayatınızı kurarsanız, işler kötü gittiğinde “pişmanlık” duyarsınız. Kendi kararlarınızı yaşadığınızda ise, sonunda ne olursa olsun buna “deneyim” dersiniz.

    Sevgiler!
    Esra

    “Yaşam bir pabuç gibidir, eğer ayağına uyduramazsan
    bütün ömrün ahh! off! çekmekle geçer.” – 
    Anonim